Cevher Caduk (İlahiyatçı-Öğretmen)
Ebû Bekir b. Ebû Kuhâfe dönemine ilişkin bazı değerlendirmeler
Bu çalışmamızda Ebû Bekir b. Ebû Kuhâfe'nin yönetim mekanizmasına geliş şeklini ve onun dönemindeki bazı olayları tarih, sosyoloji ve siyaset açısından ele almaya çalışacağız. Onun hilafet makamını hak edip etmediğine dair kelâmî tartışmalara girmeyeceğiz.
Sakife
Açıktır ki Hz. Peygamber'in vefatından sonra çıkan olaylar ve Ebû Bekir'in halife seçilmesi ümmetin yönetimi ile bağlantılıdır. Buna göre o dönem Medine'sini ve Medine'deki yapıları ele alıp incelemeden sonuca ulaşmak pek de kolay görünmüyor.
Medine'nin Ensar veya Medineli Müslümanlardan müteşekkil olduğu bilinmektedir. Bunun yanında Medine'de başka bazı kabilelere mensup olan bireyler varsa da onlar pek de kıymete sahip değildir. Başlangıç olarak Mekke'nin Fethi'ni temel alabiliriz. Mekke'nin Fethi'nden itibaren Medineli Müslümanlar Resûlullah'ın vefatı sonrası oluşacak tabloya dair düşünmeye başladıklarını söyleyebiliriz. Deyim yerindeyse Ensar, istikballeri hakkında bir endişeye kapılmışlardı. Bu endişelerinin sonucu olarak Sakîfe'de toplandılar. Gerekçe belliydi. Kureyş'in tasallutuna mani olmak. Bu noktada Resûlullah'ın bir buyruğunun olup olmadığını göz ardı etmiş veya unutmuşlardı. Beri taraftan iman sahibi mümin bir bireyin veya toplumun bu endişelerini Kitab-ı Kerîm'de rasuf ve rahîm[1] sıfatları ile nitelenen Resûlullah'a arz etmeleri gerekmekteydi.
İnsanlığın adalet ve marifet ihtiyacını kusursuz bir şekilde karşılamayı üstlenen bir dinin Resûlullah sonrası için insanlığı kendi haline bırakması yanlış olduğu gibi böyle bir din tasavvuru da Rasûlullah'tan sonra ortaya çıkan nevzuhur bir anlayıştır. Yoksa sünnetullah bireylerin ve toplumların bu ihtiyacının tarih boyunca Rab Teâlâ tarafından seçilen pak bireylerle karşılanmasıyla tecelli etmiştir. Aklın istinbatıyla elde edilen bu çıkarsama ve Kitab-ı Kerim'den elde edilen bu olguya dair Resûlullah'ın hiçbir şey belirtmemiş olması ve öyle olduğunun varsayılması düşünülemez.
Öyle anlaşılıyor ki Ensar kendi aralarında bunun için bir gerekçe de üretmiş ve kendilerini Kureyş'ten üstün oldukları yönünde bir anlayış da oluşturmuşlardı. Nitekim Sakîfe'de konuşan Hubbâb b. el-Münzir “İnsanlar sizin ancak gölgenizde bulunabilir. Size rağmen hiçbir koruyucu kimseyi koruyamaz… İnsanlar ancak görüşlerinizle öne geçebilir… Yurt ve iman sahibi olmakta onlar gibi sizin de hakkınız vardır… Araplar ancak sizin kılıçlarınızla İslam'a boyun eğdiler.”[2]
Hubâb'ın bu konuşması baştan sona okunup incelenince Ensar'ı böyle bir eyleme iten sebeplerden belki de en önemlisinin Kureyş'ten korunmak olduğu görülebilir. Bu iddiamız itirazla karşılaşabilir ve abartılı bulunabilir. Ancak Medine'de son iki haftada Muhacirlerin ileri gelenlerinin neler yaptıklarını göz önüne alınca bu kaygının yersiz olmadığı da anlaşılacaktır. En basitinden Üsâme'nin ordusunun harekete geçmemesi,[3] Perşembe Günü Musibeti, Eslem kabilesinin Medine'ye birlikler halinde gelip Ebû Bekir ve Ömer'e yardımcı olmaları[4] bunlardan bazılarıdır.
Böyle bir ortamda Ensar karşıt bir hamlede bulunur. Benî Sâide Sakifesi'nde toplanır. Onların bir araya geldiklerini duyan Kureyşli Muhacirler derhal oraya varıp Ensar ile diyalog ve tartışmalara girdiler. Hiçbir şey olmasa dahi bu olgu Resûl-u Azam'ın vefatından sonrası için önceden yapılan bir takım planların olduğunun kuvvetli birer emaresidir. Yönetim mekanizmasını ele geçirme çabasının yansımalarıdır. Böylesi bir ortamda en iyimser tabirle konuşulacak konu Hz. Resûlullah'ın vefatı dolayısıyla teçhiz, tekfin ve defin işlemlerinin öncelikli konu olduğudur. Fakat yazık ki bu toplantıda Muhammed Mustafâ'nın vefatı iki cephe tarafından da dile getirilmiş değildir. Sahâbe kuşağının seçkinlerinin olduğuna inanılan bir grubun içinde bu toplantı dahi başlı başına sahâbenin adaleti teorisinin ne derece sıkıntılı olduğunu, sahâbenin tavır ve eylemlerinin Kitab ve sünnete arzı, makbul olan sahâbelerin ve sahâbe fiillerinin baş tacı olduğunu, diğerlerinin de ret edilmesi nazariyesinin ne kadar yerinde olduğunu gösterir.
Sakife olayının üzerinden fazla geçmeden İkinci Halife olaya değinir. Halifeliği döneminde Mekke'de iken Ebû Bekir'in hilafete seçilişini “Felte/oldu bitti” olarak nitelendirenleri ve Ömer ölünce Ali'yi (a.s.) halife seçmek istiyoruz diyenleri işitir. İşittiği bu sözler üzerine öfkelenir, Mekke'de iken çıkıp hutbe vermek istese de Abdurrahmân b. Avf tarafından engellenir. Medine'ye gelir. Hutbeye çıkar ve şu hutbeyi verir: “Bana ulaştığına göre içinizden bazıları Ebû Bekir'in halifeliği hakkında onun bir oldu bitti olduğunu söylemektedirler. Yemin olsun ki aynen böyleydi. Ancak Allah bu 'oldu bitti'nin hayrını bize verdi ve şerrinden de bizi korudu… Resûlullah vefat ettiğinde Benî Saîde Sakîfesi'nde Ensar'ın toplandığı bize haber verilince ben Ebû Bekir ve Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh kalkıp Ensar'ın yanına vardık. Yolda, Ensar'dan iki zata rastladık… Bunlar: “Dönünüz, size asla ve kata muhalefet edilmez. Hoşlanmayacağınız bir şey de asla verilmez” dediyse de biz yolumuza devam etmekten vaz geçmedik…. Ensâr'ın hatibi ayağa kalkarak: “Bizler Ensar'ız ve İslam'ın birlikleriyiz. Siz Muhacirler cemaati ise, bize nazaran azıcık bir cemaatsiniz!” dedi. Ben cevap vermeye davranınca, Ebu Bekir: “Ağır ol ey Ömer!” dedi.
… Ebû Bekir konuşmaya başladı ve şöyle dedi: “İmdi, hakkınızda zikir ettiğiniz hayırlara elbette sizler ehilsiniz ey Ensar topluluğu! Ancak bütün Araplar bu işe şu Kureyş kabilesinden başkası için hak tanımazlar! Kureyşliler soy-sopları ve yurt kutsallığı bakımından Arapların efdalı ve üstünüdürler. Ben sizin için şu iki adama (Ömer ve Ebû Ubeyde'ye) razı oldum. Muhâcirlerin arasında bu ikisinden başkası yoktur. Dilediğinize biat edebilirsiniz.” Bu arada Ensâr'ın Hatibi: “Bizden bir emir sizden bir emir!” diyerek itiraz etse de ben “Bir kında iki kılıç olmaz” diyerek Ebû Bekir'i yakalayıp ona biat ettim.
Ömer devamında şöyle der: “Muhacir ve Ensar peşisıra gelip Ebû Bekir'e biat ettiler. Gerçi biz insanların bizden ayrılıp bizden sonra bir biat ihdas etmelerinden de korkmaktaydık. Ya razı olmadığımız bir hususta kendilerine biat edecektik yahut da onlar bize muhalefet edecek ve böylece bozgunculuk meydana gelecekti. Ebû Bekir'e biat bir oldu bittiydi. Ancak Allah onun şerrinden bizi korudu. Aranızda boyunların kendisine uzatıldığı Ebû Bekir gibisi olmadığına göre kim Müslümanlarla istişarede bulunmadan birisine biat etmeye kalkışacak olursa kendisine tabi olunmayacak ve öldürülecektir.”[5]
Aslında bu rivayet ve anlatım her ne kadar bir olayın anlatımı gibi görünse de Ömer'in bir takım değerlendirmelerini de içinde barındırmaktadır. Olayın iki yönden değerlendirilmesi gerekmektedir. Anlatımın doğruluğu ve okumanın doğru olup olmadığı. Buralar ayrıca değerlendirilmelidir. Ancak sorun şudur ki bu anlatımın sunduğu bakış açısının doğru olduğunun sonuna kadar dayatılmasıdır. Bir başka ifade ile meseleyi anlatanların önemli bir bölümü Ömer'in anlattığı tarzda hem anlatmakta hem de onun baktığı yerden bakmamızı bizden istemektedirler. Halbuki bu tavır ve anlatı Kitab, sünnet ve akıl gibi İslâmî ve insanî temel umdelere arz edilmeli, tevhid ve adaletin ruhu ile uyuşup uyuşmadığı belirlenmelidir.
Elde alternatif bir anlatım tarzı olmadığı kabulünden bu anlatı doğru kabul edilmektedir. Fakat alternatif anlatım var mı yok mu diye araştırıldığında da maalesef pek elde bir kaynak yok gibi. Nadiren bir takım farklı verilere ulaşılabilmektedir. Taberî ile çağdaş Ebû Bekir el-Cevherî'nin “es-Sakîfe” adlı eserinden bahis edilse de maalesef bu eser günümüze kadar gelmiş değildir. Kaldı ki bu eserin farklı bir anlatımı sunup sunamadığını da bilemiyoruz. Olaya -benim çevirisini yaptığım- İbn Asem'in el-Futûh'undan ve Vâkıdî'nin el-Meğâzî'sinden bakınca birtakım farklı verilere ulaşabiliyoruz. Şöyle ki bu anlatıma göre Kubâ mescidi ahalisinden ve ilk Müslümanlardan olan Uveym b. Sâide el-Ensârî'nin şu sözleriyle karşılaşıyoruz: “Hilafet ancak nübüvvet ehline ait olabilir. Onu, Allah'ın (c) tahsis ettiği yere veriniz. Ayrıca Hz. İbrahim (a.s.) onlar için dua etmiştir.”[6] İbn Asem ve Vâkıdî'nin anlatımından Ensar'ın kendi aralarında bir içsel niza olduğu rahatlıkla anlaşılmaktadır. Alternatif isim Ali'dir. Hatta Uveym b. Sâide tayin temelli atamayı ifade eder tarzda “fecelûhâ heysu ceelehallah/Allah'ın tahsis ettiği kişiye yönetim mekanizmasını veriniz” şeklinde bir ifade kullanmaktadır ki bu Ali'nin atanmış halife olduğu görüşünün bu ortamda kullanıldığının da karinesidir. Dolayısıyla anlatılarda bu noktaya dair bir gizleme mi olmuştur şeklinde bir soru da insanın aklına takılmıyor değil.
Ben-i Saîde Sakîfesinden Ensar'dan Ebû Bekir'e ilk biat eden Üseyd b. Hudayr el-Evsî ile Sa'd b. Ubâde'nin amcası oğlu Beşîr b. Sa'ddır. Bu biatın ardından Ensar biat etse de sonraları Ensâr'ın kahir ekseriyeti Kureyş'in bu tasallutundan rahatsız olacaklardır.
Gerçi Zübeyr b. Bekkâr'ın haberine göre ilk biat edenin kim olduğuna dair Evs ve Hazreç arasında bir münakaşa yaşanacaktır. Evsliler Beşîr b. Sa'd el-Hazrecî olduğunu belirtirken Hazreçliler de Üseyd b. Hudayr olduğunu belirteceklerdir.[7] Bu münazara Ebû Bekir tarafından da bilinmekteydi. O Sakîfe toplantısı hakkında şöyle diyecekti: Bu işe dair Hazreçliler haksızlık ederek el atacak olsaydı Evsliler kusur etmeyecekti; Evsliler haksızlık ederek el atacak olsaydı Hazreçliler kusur etmeyecekti. Zira iki kabile arasında unutulmayacak maktuller ve tedavi edilemeyecek yaralar vardı.[8]
Bütün bir Sakîfe'de olan biteni tartışacak olursak bir makalenin hacmini çok fazlasıyla aşacaktır. Ehemm-mühim dengesine göre en önemlilere değinmekle yetiniyoruz. Ömer'in toplumda Ebû Bekir gibisinin olmadığına yönelik tespiti hiç de doğru değildir. Bu tespitin tartışılması bağımsız bir makaleyi gerektirmektedir. Hem erdem olan hususların belirlenip bu erdemler ve meziyetler kimde var diye araştırılmalı, hem de Resûlullah'ın nezdinde gözde sahâbînin hangisi olduğuna dair bir inceleme yapılmalıdır. Bunu bir müsellem hakikatmiş gibi kendisinin hem kendi dönemindekilere hem de bizim gibi sonraki kuşaklara dayatmaya kalkışması yerinde bir tavır olmadığı gibi o mecliste ve o günün koşullarında bu tespiti itirazla karşılanmış ve Ali ismi gündeme getirilmiştir. Yukarıda sunduğumuz veri Ehl-i Beyt'in ayrı bir konumunun olduğunu göstermektedir. Dahası kaynaklar Ensâr'ın sonradan Ali'yi başa geçirmeye yönelik girişimlerini de aktarmaktadır. Bunu destekleyen bir diğer anekdot ise Yakûbî ve Belâzurî tarafından aktarılacaktır. Bu anekdota göre İbn Avf: “Aranızda Ebû Bekir, Ömer ve Ali gibisi yoktur” denilince el-Münzir b. Erkam: “Saydığın isimler arasında öyle birisi var ki eğer o bu işe talip olsaydı bu konuda kimse onunla nizaya girişmezdi” diyerek Ali'yi kast edecektir. Münzir'in bu sözüne tepki olarak Hazrec'ten Beşîr b. Sa'd ve ardından da Üseyd b. Hudayr derhal ayağa kalkıp Ebû Bekir'e biat edeceklerdir. Peşinden de insanlar da kalkıp biat edecektir. Bu arada neredeyse bir hıncın işareti olarak o esnada hasta olan ve bir döşekle getirilmiş olan Sa'd b. Ubâde'yi ezme girişiminde bulunacaklardır. Ömer o esnada: “Sa'd'ı öldürün. Allah Sa'd'ı öldürsün” diyecek hem düşüncesini hem de içindeki hıncı dışa vuracaktır. Berâ b. Azib Hâşim oğullarının kapısına gelip kapıyı çalacak ve “ey Hâşim oğulları! Ebû Bekir'e biat edildi” diyecektir. Bu habere mecliste bulunan birisi: “Müslümanlar bizim içinde bulunmadığımız bir şey mi ihdas ettiler. Halbuki bizler Muhammed'e en yakın kimseleriz” diyerek tepkisini ortaya koyacaktır. Peygamber'in amcası Abbâs ise: “Kabe'nin Rabbine kasem olsun ki bunlar yapacaklarını yaptılar” diyerek tepkisini ortaya koyacaktır. Yakubî bütün bunlara: “Muhâcirler ve Ensâr'ın Ali'nin (toplumun en yüksek meziyete ve erdeme sahip bireyi olduğu hususunda - Cevher Caduk) hakkında hiçbir kuşkusu yoktu” diyecektir.[9]
Yakûbî'nin bu pasajına itiraz seslerinin yükseldiğini duyar gibiyim. Hâşim oğullarının verdiği tepkinin kabilevî saiklerle verildiğine dair tespitler yapılmaya çalışıldığı elbette tahmin edilir. Ancak mizana vurulacaksa herkesin tavrı mizana vurulmalı, İslam'ın ilkeleri ve ölçütleri çerçevesinde bu diyalogda geçen konuşmaların bütünü değerlendirilmeli ve Hak ve adalet dini olan – ki olması gereken de budur- İslam'a uygun bir tarzda Resûlullah'ın makamını kimin hak ettiği tespit edilmelidir.
Öldürün Sa'd'ı şeklindeki bir tepkinin İslam'dan öte ne derece insanî olduğu da sorgulanmalıdır. İşin ilginç tarafı Belâzurî'nin Ensâbü'l-Eşrâf'ta aktardığı nakle göre Sa'd b. Ubâde biat etmediği gibi sonrasında Şam diyarına göç eder. İkinci Halife'nin gönderdiği birisi tarafından suikaste kurban gider.[10]
Tabi söz konusu suikast suçlamasından kurtulmak için de bir şiir inşad edip onun cinler tarafından öldürüldüğünü söylerler.[11]
İbnü'l-Esîr Ensâr'ın veya en azından Ensâr'dan bir grubun Sakîfe'de: “La nübâyi‘ illâ aliyyen/biz ancak Ali'ye biat ederiz” dediklerini aktarır. Bu kelam, söz konusu eserlerin kayıtlarına göre Ebû Bekir'in “Emir bizden; vezirlik sizden olsun” teklifine Ömer'in: “Allah Resûlü'nün öne geçirdiği bir kimseyi kim geride bırakabilir” sözünden hemen sonra söylenmiş bir sözdür.[12]
İbn Kuteybe Ensar'ın biat ettiğini görünce Hubbâb b. el-Münzir'in: “Vallahi oğullarınızın onların oğullarının kapısında avuçlarını açıp dilendiklerini ve kendilerine su verilmediğini görür gibiyim” şeklindeki sözünü aktarır.[13]
Özelde Hubâb'ın genelde ise Ensâr'ın bu kaygısının yerinde olup olmadığını tespit etmek için sonraki gelişmelere ve Ensâr'ın tavır ve tutumlarına bakmak gerekiyor. Ancak bu bizim konumuz dışında kaldığından buralara girmek istemiyoruz.
Fakat bu veriler bize en azından şu iki hakikati ortaya koymaktadır:
Tekdüze bir biat kesinlikle yoktur. Hatta Ensâr'ın bu noktada bir nizaları söz konusudur.
Toplantıda konuşulanların arasında ilahi seçimle atanan veya İslam'ın ilkelerini hayatında mücessem hale getiren Ali'nin hilafet makamına şeksiz şüphesiz layık olduğuna inananlar vardır ve bu da gündeme getirilmiştir.
Ebû Bekir'in namaz kıldırması
Yukarıda Ömer'in sözünde geçen Resûlullah'ın öne geçirdiği şahıstan kastı Ebû Bekir'dir ve telmihte bulunduğu olay da Buhârî ve Müslim'in ittifakla nakil ettikleri rivayete göre Hz. Râsulullah'ın “murû ebâ bekrin felyusallî bi'n-nâsi/Ebû Bekir'e söyleyin insanlara namaz kıldırsın” hadisidir.
Bu olayı kısaca da olsa ele almak istiyoruz. Hakikatte Resûlullah'tan böyle bir istek sadır olmuş mu olmamış mı? Bunun tespiti için hadislerin senet ve metin incelemelerinin yapılması gerekmektedir. Klasik yaklaşım teâruzu'l-edille dediğimiz iki tarafa delalet eden hadisleri yanyana getirip, metin incelemelerinde bulunup öyle çözüme gitmeye çalışmaktadır. Ancak biz o metoda başvurmadan başka bir metot ve yöntemle ele almaya çalışacağız. Bu olayın gerçekleştiği zaman dilimine ve olaylar örgüsüne gideceğiz.
Resûlullah ömrünün son dönemleri hatta son bir buçuk yılın incelenmesi gerekmektedir. Fakat bu bizi amacımızdan uzaklaştıracağından son anlarındaki olayları kısaca irdelemekle yetineceğiz. Resûlullah Veda Haccı'nın ardından Medine'ye gelir. Akabinden Üsâme'nin komutasında bir ordu hazırlamaya başlar. Bunu sırasıyla Perşembe Günü Musibeti ve Ebû Bekir'in namaz kıldırması olayları takip eder. Ebû Bekir'in namaz kıldırması olayı Perşembe Günü Musibeti'nden sonra vuku bulur. Perşembe gününden sonra aslında Resûlullah'tan bir daha haber alınamaz. Deyim yerindeyse Resûlullah ile insanlar arasına bir engel ve bir mani konulur. Bu şekilde bireysel aktarılan haberler dışında kendisinden haber alınamaz. Bu açıdan bakıldığında aslında "namaz kıldırsın" emri haber-i vâhidden (tek bir kişinin peygamberden naklinden) öte bir şeyi ifade etmemektedir. Buralara takılmak istemiyoruz. Asıl üzerinde durmak istediğimiz husus şu. Tarihi veriler birbiri ile eş zamanlı olan Üsâme ordusu ile Ebû Bekir'in namaz kıldırması arasında bir mantıkî çelişkiyi sunmaktadır. Zira Üsâme ordusuna Resûlullah'ın emri gereği Ömer'in yanı sıra Ebû Bekir'in de katılması gerekmektedir. Resûlullah sahâbe kuşağının birkaç istisna dışında sahâbe kuşağının bütününün katılması emreder. Ebû Bekir ve Ömer'in de kesinlikle katılmasını ferman buyurur.[14] Üsâme'nin ordusunda bulunması gereken bu iki şahıs her ne hikmetse orduya katılmaktan içtinap ederler. Ordu o esnada Medine'nin dışındadır ve ordunun bulunduğu yer ile Medine arası yaklaşık olarak 5 km'dir. Şahıslardan birisi ilk önce Perşembe olayı gibi meşûm bir olaya neden olur. Sonrasında da bu namaz olayı gerçekleşir. Rasûlullah'ın bir taraftan Ebû Bekir'in Üsâme ordusunda bulunmasını emredip sonra da Ebû Bekir'e emredin de namazı kıldırsın demesi hiç de makul değil. Dolayısıyla bu namaz hadisiyle istidlalde bulunanlar ilk önce bize Ebû Bekir'in orduda yer almamasına yönelik olarak mantıklı ve geçerli bir mazeret ortaya koymalıdırlar. Kaldı ki Üsâme'nin emirliğine ta'n edenler münafıklardı sözünü bizzat kendileri nakil etmektedirler. Kanaatimizce Ebû Bekir'in namaz kıldırması olayı bir vakıa olmakla birlikte bu olay Resûlullah irade ve isteğini yansıtmamaktadır. Resûlullah'ın Kureyş hizbi diyebileceğimiz grubu Üsâme ordusunda tutması bir tedbir-i nebevîdir. Ancak ordudakilerin gelip Perşembe Günü Musibeti'ne neden olması ve sonrasında da bir paye olsun diye Resûlullah'ın dilinden böyle bir emir vaki oldu izleniminde bulunmuş ve böylece bir karşıt devrimde bulunmuşlardır. Yoksa Resûlullah'ın dilinden böyle bir sözcük dökülmüş değildir.
Hilafette ölçüt: Resûlullah'a yakınlık ve soy birliği
Şia-i İmâmiyye ve Ehl-i Beyt mektebi tarih boyunca hanedana ve veliahtlığa dayalı bir sistemi savunmakla suçlanır olmuştur. Halbuki bu suçlamaların kahir ekseriyeti onların iddialarını anlamamaktan kaynaklanmaktadır.
Şia'nın en azından yönetim mekanizmasına dair temel iddiası şudur: İnsan toplumu yönetime ihtiyaç duyar. Bu ekmek ve su gibi temel bir ihtiyaçtır. Ancak yönetimin bu ihtiyacının adalet, hak ve insanî erdemler temelli olarak giderilmesi gerekmektedir. Dolayısıyla yönetimi sıradan bir kimseye veremezsiniz. Toplumu yönetecek bireyde şu vasıflar olmalıdır:
a- Bilgide zirvede olma, kanunların derinliklerine nüfuz edip yanlış yapmama ve olayları doğru bir şekilde analiz etme.
b- Bütün ahlakî meziyetlere olabildiğince sahip olma.
Bu iki olgudan birisinde meydana gelecek olan bir eksiklik toplumun adalet ve hak talebinin karşılanmamasına vesile olur. Hatta bazen zulüm aracına da dönüşebilir ki tarih bunun en açık kanıtıdır. Kanun (Kur'an ve sünnet) ne kadar kusursuz olursa olsun bir cahilin veya ahlakî erdemlerden yoksun birisinin eline geçer veya toplum böyle bir şahsa verecek olursa her iki durumda da İslam'ın arzuladığı toplumu oluşturamazsınız. Bu temel bir ihtiyaç olduğuna göre Rab Teâlâ'nın lütuf ve inayet kuralı gereği insanların bu ihtiyacının karşılanması gerekir. Bunu da tespit edebilmenin yolu en sağlam ve metin yolu ya vahiydir veya insani erdemlerin kimde bulunduğunun tespitidir. Hem Resûlullah'ın nebevî buyrukları hem de insanî erdemlerin tatbiki halinde karşımıza çıkan şahıslar Ali ve 11 evladıdır. Ali ve 11 evladı bu makamı akrabalıktan ötürü değil ilahî atama ve erdemlere en üst düzeyde sahip olmakla hak etmişlerdir. İbrâhim'in oğlu İshak, İsmail, Yakub ve Yusuf ilahî makamları nasıl hak ettiyse bu kutlu zevât da aynı şekilde hak etmiştir.
Ancak Şia'nın bu iddiasına karşı çıkıp kıyasıya eleştirenlerin önemli bir bölümü ya tarih boyunca saltanata alkış tutmak zorunda kalmışlar veya yetkin olmayan bireyleri veya görece yetkin olan bireyleri savunmak zorunda kalmışlardır.
Her halükarda Sakîfe'de geçen konuşmalarda delillendirmelerin bir bölümünde İslam'ın ve insan aklının delil olarak kabul edemeyeceği bir takım gerekçelerin dile getirildiğini mülahaza etmekteyiz. Ebû Bekir ve Ömer'in bu toplantıda
a- Yaş olgusunu
b- Resûlullah'a yakınlığı
c- Irk ve kabile olgusunu
ileri sürerek Ensâr'a karşı galebe çaldıklarını görmekteyiz. Halbuki ileri sürülen ve kanıt olarak ortaya koymaya çalışılan bu olguların ne İslâmî ne de aklî bir dayanağı vardır. Kur'an İsa (a.s.) ve Yahyâ (a.s.) Peygamber gibi nebilerin henüz çocukluk çağında iken hikmete ulaştıklarını belirtmektedir. Resûlullah'a yakınlık ancak ilim, marifet, yakîn, basiret, gibi erdemlere sahip olmakla birlikte bir şey ifade eder. Değilse salt yakınlık hiçbir şey ifade ediyor değildir. Irk ve kabileye gelince Kur'an ile taban tabana zıt bir olgudur. Rab Teâlâ bütün insanların benliklerine fıtrat olgusunu yerleştirmiştir. Dolayısıyla birisinin falanca kabileden ve filanca ırktan olması soyut olayları kavramada veya kalbî hakikatlerde hakka daha yakın olduğuna delalet etmez.
Şimdi bu tespitlerimizin mesnetten yoksun olmadığını ortaya koymak adına Sakîfe'de yönetim için ileri sürülen bazı gerekçelere kaynaklarıyla birlikte bakalım.
Belâzurî'nin Ensâbü'l-Eşrâf'ta nakline göre Ebû Bekir, Ensâr'a şöyle der: “Ey Ensar cemaati! Sizler, dile getirdiğiniz hayır ve iyiliklerin ehlisiniz! Fakat, bütün Araplar bu işe şu Kureyş kabilesinden başkası için hak tanımazlar!”[15]
İbn Ebi'l-Hadîd ise aynı toplantıda İkinci Halife'nin: “Heyhat! Çünkü iki kılıç bir kına sığmaz. Allah'a yemin ederim ki, peygamberleri sizden olmadığından ötürü Araplar sizlerin başa geçirip emir olmanıza asla razı olmayacaktır” sözlerini aktarır.[16]
Kimilerinin bu sözler toplumu okumadan kaynaklı birer tespittir dediklerini ve olması gereken de bu değil midir tarzında yüksek sesle itirazda bulunduklarını duyar gibiyim. İyi de bizler ikmâl ve itmam sahibi olan bir dine inanmaktayız. Irk ve kabile temelli bir hak ediş İslâm'ın acaba hangi ilkesiyle uyuşmaktadır. Dilim varmıyor söylemeye ama bu sözler ilahî değerler manzumesini yerleştirmeye çalışan Kitab-ı Hekîm ve onun mücessem hali olan Nebiyy-i Azam'ın bireylerin kalp ve akıllarına yerleştirmeye çalıştığı ulvî prensiplerle taban tabana zıt olduğunu belki de en alt seviyesiyle uyuşmadığını ortaya koymaktadır.
Belâzurî, Ensâb'ta: “Nahnu Kureyş ve'l-eimmetu minnâ/Bizler Kureyş'iz ve imamları bizdendir”[17] şeklinde Ebû Bekir'in Sakîfe'de delillendirmesini sunar. Bu söz Resûlullah'tan bir nakil ise medlule bakılması lazım. Bu şekliyle hadis son derece mücmel duruyor. Hadisle ilgili iki tane yaklaşım var. Rasûlullah bu buyruğu ilahî bir makam olarak kuvvetle muhtemel söylemiştir. İmamlar 12 tanedir, bütünü Kureyş'tendir şeklindeki hadisler şu manaya vurgu yapmaktadır. Risalet ve nübüvvetin hakikat-ı müşerriası olduğu gibi imamet ve imam sözcüklerinin de hakikat-ı müşerriası vardır. Bu hakikat-ı müşerria Bakara Suresi 124. Ayetle de İbrahim özelinde ortaya konulmuş olup nübüvvet ve risalet dışında üçüncü bir ilahî makamın olduğunu ifade etmektedir. Nasıl ki bu iki makam için ümmetin ve insanların dahli yoksa imamet ve imamın seçilmesi için de genelde insanların özelde de ümmetin bir dahli söz konusu değildir. Resûlullah buna vurgu yapmıştır ki olması gereken de budur.
İkinci yaklaşım Ebû Bekir'in ve o yolu sürdürenlerin yaklaşımıdır. Tarih boyunca Sakîfe'de Ebû Bekir tarafından ileri sürülen bu söz ilginç bir şekilde inşâî cümle olarak algılanmıştır. Hiç unutmuyorum İlahiyatta İslam Tarihi Dersinde Hoca bize Muhammed Said Hatipoğlu Hoca'nın “Hilafetin Kureyşliliği” adında bir makale okutturmuştu. Bu makalede yanlış hatırlamıyorsam hoca bu rivayeti çürütmeye ve gerekçe olarak Kuran temelli olarak halifenin Kureyş'ten olması gerekir şeklindeki bir çıkarsamanın yanlışlığına vurgu yapmaktaydı. Yani hadis “el-eimmetu min Kureyş/İmamlar Kureyş'tendir” şeklinde formattan Hatipoğlu hoca “halifeler Kureyş'ten seçilmesi gerekir” şeklinde bir formata sokup öyle değerlendirmeye çalışıyordu. Teknik tabirle söyleyecek olursa ihbârî cümle kalıbındaki nebevî buyruğu inşâî kalıba sokup değerlendirmeler onun üzerinden yapılıyordu. Nitekim bu hadis Ehl-i Sünnet bilginleri tarafından hep inşâî olarak anlaşılmaya çalışılmıştır. Halbuki hadisin zahiri ihbardır, bir olguyu haber vermektir. Bu haberde şu şekildedir: İmamlar vardır ve bu imamlar soy itibariyle Kureyş'tendir. Cümlenin bu şekilde anlaşılması teşbihte hata olmasın “İbrahim'den sonraki nebileri ve resulleri İbrahim'in soyundan seçmeye çalışın” demeye benzemektedir.
'Yönetim ve Nübüvvet'in aynı ailede bir araya gelmesi
Sakifeden sonra yönetimle ilgili bir takım diyaloglar zihin dünyasındakileri dışa vurur niteliktedir. Bu bağlamda İmam Ali'nin, Ebû Bekir ve Ömer ile aralarında geçen bir diyalog vardır. Bu diyalogda İmam Ali onların Resûlullah'a yakınlıklarını kanıt olarak ileri sürerek hilafeti ele geçirmelerine itirazda bulunmaktadır. Bu mantığa göre kendisinin Resûlullah'a onlardan daha yakın olduğunu belirtir. Bu diyalogda geçen Ömer'in şu cümleleri çarpıcıdır: “Araplar nübüvvet ve hilâfetin aynı ailede toplanmasından rahatsız olurlar.”[18] Böyle bir sözü Ömer, İbn Abbâs ile diyalogunda da kullanacaktır.
İslam dinine mensup bir Müslümanın bu düşünceye güncel tabirle ifade edecek olursak reel politik zemin dışında haklılık payı vereceğini tahmin etmek dahi istemiyorum. Tabi o da koşullar yerindeyse. Ancak İslam'ın Hak ve kâmil bir din olduğuna inanan muvahhid bir Müslüman bu bakış açısından sığınacak ve İslam ile böyle bir bakış açısını bağdaştırma cüretinde bulunmayacaktır. Maalesef olaylara reel politik açıdan bakınca Osmânlının kardeş katli yasası dahi savunulacak, buna hak ve adaletin diğer adı olan İslam dini içerisinde dahi yeri olduğunu söyleme pervasızlığında bulunulacak, utanmadan Rab Teâlâ'ya iftira cüretinde bulunulacaktır.
İslam yönetim sahasına dair kabile ve ırk çekişmelerine prim vermez. Merkeze takvayı ve insani erdemleri alan bir dinin Kureyş, Arap, Türk, Kürt yönetim mekanizması için en uygun bireylerdir, tarzında bir düşünceyi ifade edebileceğini veya böyle bir düşünceye yol vereceğini sanırım kimse iddia edemez.
Fakat Sakîfe toplantısından İslâmî ve insani erdemlerin mücessem hali İmam Ali'nin devre dışı bırakılmasından sonra kabile çekişmeleri baş göstermekle kalmayacak hatta ileri düzeylere çıkacaktır. Kabile bahanesiyle Ensâr'ı devre dışı bırakan bu siyasi yapı yaş olgunluğunu da ileri sürerek İmam Ali'yi devre dışı bırakacaktır. Bu iki olgunun da dinde yeri yoktur. Olsa olsa Kuran-ı Kerîm'in Câhiliyyetü'l-Ulâ dediği düşünce yapısının yansımalarıdır.
Modern dönemlerin İslam Tarihi araştırmalarında görülen bir hastalık olarak belirtelim. Olayların Kur'an'ın ilkelerine ve nebevî buyruklara uygunluğunu sorgulamak yerine farkında olmadan cahiliye dönemindeki kıstas ve kriterlerle değerlendirilmeye çalışılmasıdır. Halbuki en alt seviyesiyle toplumda bir devrim ve bir inkılap iddiasında bulunan bir dinin sunduğu değer yargılarıyla bakılması gerekmekte ve bu türden anlayışlar Kitab-ı Kerim'e aykırı ise şiddetle mahkum edilmelidir. Nitekim ilahî manzumeleri temel alarak yapılan eleştirilere sahâbe kuşağı içerisinde rastlamak pekala mümkündür.
Selmânü'l-Muhammedî diye nam salan Selmân Ebû Bekir'e yapılan biate dair şu tespitte bulunur: “En yaşlı kişiyi seçtiniz ancak Peygamberinizin Ehl-i Beyt'i hususunda yanılgıya düştünüz. Eğer hilafeti, onlara bıraksaydınız iki kişi dahi birbiriyle ihtilafa düşmezdi ve bolca rızıklar yerdiniz.”[19]
Galiba şu hususu belirtmekte yarar var. Sakîfe'de halife seçimine dair nasıl bir yol takip edildiği ve halifenin taşıması gereken şartlara dair son sözü söyleyebilmiş bir kimsenin olmadığını söylesek yanılmış olmayız. Yukarıda birinci halife seçimi noktasında ileri sürülen gerekçeleri ele aldık. Bunlar yaş, kabile ve halifenin namaz kıldırmasıydı. İlk ikisinin meziyet olmadığı üçüncüsünün ise bir gerçeklikten yoksun olduğunu ortaya koyduk. Birinci Halife'nin fazilet ve hususiyetine yönelik birer meziyet ortaya konulmaması sonradan birinci Halife'nin meziyet ve menkıbeleri gibi aktarılıp hadis mecmualarına geçen rivayetlerin mevzu olduğuna dair bir şüphe oluşturuyor. En çok lazım olan bir ortamda şu türden hadislerin hiç delil olarak kullanılmaması birer mevzu hadis olduklarını ortaya koymaktadır.
Örnek olması açısından şu hadisi sunalım.
Aişe'den nakil edildiğine göre o şöyle demiştir: Resûlullah yerine bir kimseyi bıraktı mı, diye kendisine sorulduğunda O: “Ebû Bekir” diye karşılık verdi. “Sonra kim?” diye sorunca “Aişe” ardından kim diye sorunca da: “Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh” dedi. Hadislerin bir bölümünde Resûlullah sadece Ebû Bekir'i değil ondan sonraki halifeleri de atamıştır.[20]
Sakife'de Ensar ile Muhacir arasında geçen diyaloglara göz atıldığında Ensar yönetimin kendilerinin hakkı olduğunu Ebû bekir, Ömer ve Ebû Ubeyde'den oluşan Muhacirler ise yönetin Kureyş'in hakkıdır dediklerini ve “inne'l-arebe la tedînu li ğayri Kureyşin/Araplar Kureyş'ten başkasına boyun eğmezler”[21] şeklinde bir mazeret ileri sürdüklerini görmekteyiz. Ortada nebevî bir buyruğa rastlamamaktayız. Resûlullah'tan sonrası için İmâmiyye'nin nasp teorisi kabul edilmese dahi en azından -ki bu dahi başlı başına büyük bir problemdir- Kitab-ı Kerîm ve nebevî buyruklara istinad edilebilirdi. Kaldı ki Nüveyrî'nin Nihâyetü'l-ereb'deki sunduğu bilgilere göre Talha ve Zübeyr'in de aralarında bulunduğu sahâbenin ileri gelenleri Ebû Bekir'i hilafete layık bir makamda görmemekteydi.[22]
Düşüncelerin değişmesi için belirli bir zaman veya en azından hakikate yakîn seviyesinde bir imana ihtiyaç vardı. Öyle anlaşılıyor ki Kureyş'e mensupluk Ebû Bekir'in zihin dünyasında önemli bir yere sahipti. O, Kureyşlilerin özel bir şerefe ve ayrıcalıklı bir konuma sahip olduğuna dair bir mefkureye sahipti. Buna dair bir çok örnek varsa da biz sadece bu örneklerden sadece bir tanesini sunacağız.
Ebû Süfyân, Bilâl, Selmân ve Suheyb'e uğrar. Bunlar Ebû Süfyân'a işaretle: “Allah'ın kılıçları, şunun boynuna isabet etmedi” deyince Ebû Bekir: “Siz Kureyş'in ihtiyarı ve ulusu olan bir kişi için mi bunu söylüyorsunuz” diye karşılık verir ve öfkelenir. Bu diyalog Rasûlullah'a ulaşınca Ebû Bekir'e onları öfkelendirmelerinden ötürü onlardan özür dilemesini emreder.[23]
Sakife sonrası
Bir hususa da dikkat çekmek gerekmektedir. Genelde Ebû Bekir'in şura ile halife seçildiğine dair bir anlayış eskiden beri müsellem bir hakikatmiş gibi sunulur. Müsellem bir hakikat olduğu ön kabulünden hareketle maalesef Ehl-i Beyt mektebi bilginleri meseleyi nass ve şura çatışması çerçevesinde ele almaya çalışmışlardır. Fakat Ebû Bekir'in seçilmesinde biat etme olayı söz konusu olsa da teknik anlamda bir şuradan bahs etmek doğru değildir ve oldukça güçtür. Benî Saide Sakîfesinde nizalar devam ederken birkaç kişinin biat etmesiyle hilafet makamı için namzet kılınmış ve bir bölümünden ikrah yoluyla biat almak suretiyle halife olmuştur. Dolayısıyla Ebû Bekir'in hilafet seçilmesini nass ve şuranın nizaı şeklinde ele almak doğru değildir.
Sakife'de elde edilen bu kazanımdan ve biat etme işleminin tamamlanmasından sonra Sakife'den Halife ve taraftarları ayrılır. Berâ b. Azib'in nakline göre Medine sokaklarında yürümeye başlarlar. Karşılaştıkları kimselerin bir bölümünden ikrahen biat alınır. Berâ der ki: “Gördüğüm bu manzara karşısında hemen Hâşim oğullarına gidip durumu onlara haber verdim.”[24] Evet söz konusu bu grubun Ebû Bekir için biat alma olayı o derece önemlidir ki İbn Ebî Şeybe'nin nakline göre Resûlullah'ın defninde bulunmamak bir yana defin sona erdikten sonra ancak gelebilirler.[25] Definle ilgili haberlerden hiçbirisinde sahâbe Ebû Bekir ve Ömer'in Resûlullah'ın defninde bulunduğunu zikir etmez.[26]
Çelişki
Gençlik dönemimizde Yusuf Kerimoğlu'nun Kelimeler ve Kavramlar diye bir kitap sohbet halkalarının ders kitabı olarak okutulurdu. Biz de o halkadan geçtik. Eserin bir bilinç vereceği düşünülürdü. Bu eseri okuyanlar o dönem itibarıyla şuurlu müslümanlar olarak da adlandırıldı. İslâmî kavramlar ele alınıp incelenirdi. Bir çok açıdan yararlandığımı söyleyebilirim. Kavramlardan birisi şuurdu. Şuur maddesinde Resûl-u Azam'ın vefatından sonra Ömer'in şuurunu yitirip Resûlullah'ın vefatını dile getirenleri kılıcıyla biçeceğine dair olay anlatılır ve şuurun ne denli önemli olduğuna dair vurgular yapılırdı. Fakat parçacı yaklaşımların önemli bir bölümünde görülen vakıaya aykırılık özelliği bu olay için de söz konusuydu. Ömer'in bir hafta aradan geçmeden Perşembe gününde söylediği sözler ile pazartesi günü Resûlullah'ın vefatı esnasında Onun ölmediğine dair söylediği sözler arasında açık bir çelişki söz konusudur. Bir tarafta Hz. Peygamber'in sayıkladığı ve acıların etkisi altında kaldığını ve Allah'ın Kitabının kendilerine yeteceğini söyleyen Ömer, Kitab-ı Kerim'in hangi ayetine dayanarak nasıl bir çıkarsamada bulunduysa Hz. Peygamber'in İslam'ı yeryüzüne hakim kılmadan vefat etmeyeceğini söyler.
Gücün tarihi mi Hakikatin tarihi mi?
Ebû Bekir'e biat girişimi tamamlandıktan sonra bir yanlıştan başkasına geçiş yapılır. Aralarında Allah'ın Kitabı'nın bulunduğu ve ashabın en hayırlısına biat edildiğini dile getirir.[27] Hz. Peygamber'in diliyle Faruk-u Azam, Sıddık-ı Ekber, Hârun-u Musa, gibi özel imtiyazlara sahip olan İmam Ali'ye ilişkin nebevî buyruklar kulak arkası edilir. Ümmetin bir bölümü artık kendi yolunu belirlemenin erken dönem adımlarını atacak ve tarihi bunun üzerinden şekillenmesine neden olacaktır. Bu tarihi okumanın alternatifi ise risalet hareket tarihidir ki maalesef bu alan da biz Şiîler açısından son derece bakirdir. Halbuki doğru ve hak tarih okuması Dört Halife, Emevîler, Abbâsîler, Selçuklular, Osmanlılar değil, Ali b. Ebû Tâlib, ehl-i beyt imamları, Tevvâbîn Hareketi, Muhtar es-Sekafî hareketi, Zeyd b. Ali, Yahya b. Zeyd, İdrisîler, Hüseyin Zümda'a, İmam Humeynî hareketi, Nevvab Safevî hareketi gibi bir tarihsel kronolojinin oluşturularak okunmasını gerektirmektedir.
Bu tarih algısı o derece önemlidir ki gücün tarihinin karşısına hakikatin tarihini koyma anlamına gelecek ve insanlık onuruna yakışır bir düşüncenin insanlara zerk edilmesinin önemini insanlara gösterecektir. Hak ve hakikat taliplilerinin bu bakir alana yönelmeleri elzemdir.
Muhalefet hareketi
Çok kısa bir süre içerisinde muhalefet hareketi başlar. Başını İmam Ali ve Abbâs gibi iki önemli şahsiyetin bulunduğu bu harekette Zübeyr b. el-Avvâm, Hâlid b. Saîd, Mikdâd b. Amr, Selmân, Ebûzer, Ammâr, Berâ b. Azib ve Übeyy b. Ka'b da yerlerini alırlar.[28] Ebû Bekir'in Übeyy b. Ka'b'ın evine varır ve kapıyı çalar. Ancak Übeyy kapıyı açmaz.[29] İktidar mekanizmasının sorumluluklarını Ömer, Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh, Muğîre b. Şube ve Hâlid b. el-Velîd üstlenir. Belâzurî'nin ve İbn Kuteybe'nin nakline göre kendisinden biat alması için gelen Ömer'e İmam Ali: “Vallahi bugün Ebû Bekir'in yönetimine duyduğun hırsın yegane sebebi yarın seni emir olarak tayin etmesidir” diye karşılık verir. İbn Kuteybe ise Ali'nin Ömer'e: “Sütü sağ, yarısı senin içindir” diye karşılık verdiğini rivayet eder.[30]
Muhalefetin merkezi Hz. Fâtıma'nın evi olur. Onun evinde toplanılır. Ömer, Zübeyr'in kılıcını alır ve kırar. Hatta evi yakmakla da tehdit eder.[31] İbn Abdürabbîh Ömer'in elinde bir kor ateşle eve yöneldiğini ve evi yakmakla tehdit ettiğini belirtir. Hz. Fatıma ile arasında geçen diyalogu aktaran İbn Abdürabbih Fâtıma'nın (a.s.) Ömer'e maksadını ve maksadını yerine getirmedeki ciddiyetini sorduğunu aktarır. Bu nakle göre Ömer'in cevabı şu şekilde olur: “Evet, Ümmetin girmiş olduğu şu yola girmezseniz elbette.”[32] Bu muhalefet hareketi Hz. Fâtıma'nın evinden çıkmalarını istemesiyle sona erer. Zira Hz. Fâtıma hakim erkin bu temsilcisinin murat ettiğini yapacağına artık bütünüyle kanidir.[33] Bu olay sonraları gerçekleşecek ve baskı ve güç zoruyla biat almaya kalkışan bazı siyasetçiler için örnek teşkil eder. Abdullah b. Zübeyr'in Benî Hâşim'den yakmakla tehdit edip biat almaya çalışması büyük olasılıkla Sakîfe düşüncesine dayanıyordur.[34]
Müminlerin Emiri ve Hz. Fâtıma (a.s.) ilahî hilafetin gasp edildiğini ve layık olanların elinde olmadığını açıklamaya kalkıştılar. Tarihe Fedek Hutbesi olarak geçen Hz. Zehrâ'nın irad ettiği hutbe irdelendiğinde hutbenin kahir ekseriyetinin miras ve Fedek olmadığını Hz. Zehrâ'nın aslan payını Ebû Bekir'in hilafete layık olmama üzere kurduğunu vurgular. İmam Ali'nin kemal özelliklerini gözler önüne serer. Hutbede “ Ya İbn Ebî Kuhâfe” şeklindeki hitaplarla Ebû Bekir'in ne Resûlulullah'ın halifesi olmaya ne de müminleri yönetmeye layık bir imtiyazının ve hususiyetinin olmadığını zımnen vurgular. Şiî terminoloji ile vurgulayacak olursak Hz. Zehrâ Birinci Halife'ye ve ümmete “itmâm-ı hüccet” görevini yerine getirir, dahası hakikat taliplileri ve marifet aşıkları için tarihe de böylece not düşmüş olur. Sıradan insanların halife olamayacağını, savaş meydanının kaçkınlarının, bilgiden yoksun olanların, düşüncesinde hala cahiliye kırıntılarının bulunduğu kimselerin bu makama geçemeyeceğini zımnen belki de sarahaten vurgular. Kanun ne kadar mükemmel olursa olsun kanunun icrâ edicisinin de İlâhî irade tarafından seçilmesi gerektiği bir vakıadır. Ehl-i Sünnet kardeşlerimiz ile ayrıldığımız hususlardan birisi de budur. Hilâfet ancak ilahî irade tarafından seçilen bireyler aracılığı ile işlevini yerine getirebilir.
Hz. Fâtıma dünya hayatından Ebû Bekir ve Ömer'e dargın bir şekilde ayrılır. O Fâtıma ki Resûlullah onun hakkında “Allah Onun razı olmasıyla razı olur; gazaba gelmesiyle gazaba gelir.”[35] buyurmaktadır. Yani rızası ve gazabı ilâhı rıza ve gazaba denk gelen bir şahsiyetten bahs etmekteyiz. Bunu Hz. Peygamber'in mirasına ve Fedek meselesine bağlamak olaya eksik bakmaktır. Aslan payı Resûlullah sonrası ilahî yönetim mekanizmasının devamı teşkil etmektedir. Miras ve Fedek imamet meselesinin gölgesinde kalır.[36]
Zühri'nin nakline göre İmam Ali, Sıddîka-i Kübrâ'yı geceleyin gizlice defin eder ve Ebû Bekir'e bildirmez. Ali gibi birisinin cenazeyi bildirmemesi, onu gizlice defni sorunun büyük olduğunu, geçiştirilecek bir sorun olmadığını ortaya koyması için yeter de artar bile. Dahası Hz. Fâtıma'nın vefatına kadar Ebû Bekir'e İmam Ali'nin değil Hâşim oğullarının da biat etmediğini rivayet eder.[37]
Yamuk bakış açısı
Bu olaylar tarihi bakış açılarına ve tarih yazımına da yansıyacaktır. Öyle ki kimileri göz göre göre bir hakikati inkâr etmeye kalkışacak ve Birinci Halife'nin Hz. Sıddîka-ı Kübrâ'nın cenaze namazını kıldırdığını belirtmeye çalışacak ve böyle bir naklin olduğunu belirtmek için “kîle” formatında sunacaktır. Ancak ortada bir rivayet olması söz konusu değildir. Sadece siyasî erki kurtarmaya çalışma girişimleridir. Aynı şey İmam Ali'nin Zehrâ'nın vefatından/şehadetinden sonra Ebû Bekir'e biati için yapılacak ve İmam'ın Hz. Zehrâ'nın kalbini kırmamak için biat etmediğini belirtecek,[38] Hz. Zehrâ'nın kadınlık niteliklerine vermeye çalışacaklardır. Normal şartlarda bunlar maddî ve dünyevî hususları ölçüt alanlar için doğaldır. Sıradan insanlardan beklenen tavırlar da budur. Ancak biri cennet kadınlarının hanım efendisi,[39] diğeri hak ile birlikte olan, nebevî buyrukla belirtecek olursak “yuhibullahe ve yuhibbuhullahu”[40] olan bir şahsın olaylara bakış açısı dünyevî kriterler olamaz ve değildir de zaten. İmam Ali, Ebû Bekir'e biatini “el-muhafazatu ele bideti'l-islam ve vahdetü'l-müslimine zıdde'l-mürteddin”[41] diye belirttiği halde bu gerekçe sümen altı edilmeye çalışılacaktır. Bunun somut bir yansıması olarak da Ebû Süfyân'ın yardım talebine: “Sen İslam'a düşmanlığını asla terk etmiş değilsin” diyerek tersleyecek ve yardım teklifini ret edecektir.[42] Öz Muhammedî İslam Ali'nin öz çocuğudur. Kendi kişisel konumu için Onun darbe almasını, yaralanmasını istemez. Öz annenin oğlunun zarar görmemesi için başkasının yanında kalmasına tahammül etmesi gibi İmam Ali'de Muhammedî İslam'ın zarar görmemesi için yutkunur. Aslında biat etmemenin ne kadar önemli olduğunun Ali de farkındadır. Medâinî'nin nakline göre Ridde harpleri baş gösterip de hiçbir kimse savaşa katılmayınca Osmân, İmam Ali'nin yanına gelir ve “Sen biat etmedikçe kimse düşmanla savaşa çıkacak değildir” der. İmam İslam'ın darbe alacağını görünce Ebû Bekir'in yanına gider ve biat eder. Müslümanlar da buna sevinirler.[43]
Mesûdî'nin nakline göre
Senden sonra var haberler; görseydin sen daha fazla etmezdin hitap.[44]
Hz. Zehrâ'nın söz konusu muhalefeti aslında Halife'nin dinlenilip itaat edilmesi ve kamuoyu vicdanı açısından son derece önemlidir. Dolayısıyla dönemin siyasî erkini bulunduranların onun muhalefetini zor ve baskı yoluyla değil de hoşnutluğunu ve memnuniyetini elde edilmesi suretiyle gidermeleri gerekmektedir. Bunun farkında olduklarından hoşnutluğunu elde etmek için bütün cehdü gayretlerini ortaya koydular. Ancak Zehrâ (a.s.) hem yaşadığı topluma mesaj vermek hem de tarihe not düşmek için asla siyasî erkten razı olmayacak ve bunu deklare edecektir. Tarihçilerin nakline göre birinci Halife Ebû Bekir b. Ebû Kuhâfe ölüm döşeğinde iken Hz. Zehrâ'nın evinin hürmetini çiğnediğinden ötürü pişmanlığını dile getirecektir.[45]
Tarih yazımı bir yönüyle ideolojiktir ve siyasî otoritelerin tesiri rahatlıkla gözlemlenmektedir. Bu olayda da ideolojinin etkisi görülecek ve Hz. Zehrâ'nın Mescid-i Nebevîde yaptığı o muazzam konuşma, hakkı beyan eden ve itmam-ı hücceti ortaya koyan hitabı maalesef talî tarih kaynaklarında yerini alacak ve bu kaynaklardan da delil sunulmaya kalkışınca da temel eserlerde yer almamaktadır denilerek önü kesilmeye çalışılacaktır.
Bu dönem itibariyle bahs edilebilecek ikinci muhalefet hareketi Ensâr'ın liderlerinden Sa'd b. Ubâde'nin hareketidir. Nüveyrî bu zatın muhalefetinin bireysel bir hareket olmadığına dair Hazreç'ten bir grubun da Sakîfe'de biat etmediğini belirtir.[46] Sa'd Şam'a gider, bir süre orada kalır. Gençlik döneminde medresede okuduğum bilgilerden de akılda kaldığı üzere cinler tarafından öldürülen kimseler arasında yer alır. Ömer b. el-Hattâb döneminde rivayete göre cinler tarafından öldürülür, hatta cinler iki beyitlik bir şiir de bırakırlar. Fakat sonraki yıllarda mütalaa ettiğimizde Belâzurî ve İbn Abdülberr'in verdiği bilgilere göre Ömer Şamlı birisini ondan biat alması için görevlendirir. Sa'd biat etmekten kaçınınca görevli kendisine verilen emri icra eder ve siyasî infazlardan birisi gerçekleştirerek Sa'd'ı öldürür.[47]
Bu olay elbette ki cinlerin öldürmesi şeklindeki kanaate göre çok daha gerçekçidir. Öldürülme olayı kesindir. Ama böyle bir hikaye de olaya monte edilmek istenir. İbn Ebi'l-Hadîd ise daha farklı bir bilgi verir. O Şerhü Nehci'l-Belâğâ'da Sa'd'ın Ebû Bekir tarafından öldürüldüğüne inanan bir topluluğun olduğunu ancak bu inancı teyit edecek bir verinin tarih kaynaklarında bulunmadığını belirtir.[48]
Sakife ve kabile
Olayın adının doğru konulması analizin de doğru yapılmasında önemli bir basamaktır. Bu bağlamda Hz. Resûlullah'ın siyasî yönetiminin temelini ya da temel dayanaklarını dinî kuralların oluşturduğunu belirtmek gerekir. Elbette ki Arap toplum yapısı, kabile kültürü, insan psikolojisi Hz. Peygamber tarafından dikkate alınmıştır. Değil mi ki dinin bir bölümü örften ve adetlerden müteşekkildir. Peygamber de o genişlik içerisinde dinî kurallarla ve insanî ve aklî erdemlerle tearuz halinde olmadığı müddetçe dikkate almıştır. Ancak Peygamber'in yönetim telakkisini Kureyş veya Arap kültürü üzerine oturduğunu söyleyip bunun üzerinden bütün okumaları yapmaya kalkışmak yerinde bir değerlendirme değildir.
Resûlullah (s.a.a.) İlahî prensiplere ve insanî erdemlere dayalı olarak Arap yarımadasındaki insanların önemli bir bölümünü etrafında toplamaya muvaffak oldu. Ancak dinin asabiyyet ve kabile atmosferinin oluşan ortamın bütünüyle yer almasını beklemek biraz zordur. Hatta sadece siyaset sahasında değil, kültürel, ekonomik vb sahalarda da İlahî değerler manzumesi ile Sahâbe kuşağının telakkileri mukayese edilmelidir. Zira onların önemli bir bölümü tevhid gibi tümel noktalarda dinin öğretilerini kavramış olmaları tikel ve tali meselelerde Cahiliyye döneminin etkisinin bir çok olayda devam ettiğini söylersek yanılmış olmayız. Bu ayrı bir konu. Buralara da girip örnekler vererek konuyu uzatmak istemiyoruz.
Her halükarda siyaset de bundan nasibini alacak, kabile kültürünün temel ilkeleri o koşulları yönetim mekanizmasında ve teşekkülünde büyük bir etkiye sahip olacaktır. Rab Teâlâ Resûlullah'tan (s.a.a.) sonra ümmetin en faziletli, en bilgili, en karakterli, yakîn ve basiret bakımından zirvede olan bireyi olan Ali b. Ebû Tâlib'i seçecektir. Hz. Muhammed Mustafâ (s.a.a.) Kureyş kabilesinden olduğu gibi bu hususiyet ve meziyetlere sahip zat da aynı kabileden, hatta aynı boydan ve ailedendi. Aslında görüntü itibarı ile onun bu seçilişinde bir problemin olmaması gerekiyordu. Zira tevhid ve adalet dinine inanan kişilerin cesaret, şecaat, ilim, fazilet, hilim, takva, yakîn, basiret, fedakarlık, tevazu vd erdemlerin bütününe sahip olan böyle bir bireye itiraz etmesi pek düşünülemezdi. Ya da başka bir şekilde ifade edecek olursak Kureyşli sahâbelerin dinî uhuvvet bağına gerekli özen ve itinayı gösterselerdi ve nebevî-ilâhî öğretileri temel alsalardı ve dakik bir şekilde tatbik etselerdi ortada bir sorun olmazdı. Ancak yeni hükümeti oluşturan bileşenlere bakıldığında dinî saikin zayıflığı, Kureyş'in sapkın ve sıkıntılı kolunun Muhammedî Ümmetin istikbali ve akıbeti üzerindeki baskın unsur olması ilahî-nebevî yönetimin teşkil ve teşekkülünün önünde ya da doğal mecrasında ilerlemesine engel oldu.
Kureyş yeni oluşan bu koşullar altında yönetim mekanizmasının dizginlerini ele geçirdi. Diğer Arap kabileleri de biraz zorunluluktan olsa gerek bu duruma rıza gösterdiler. Kabile ve asabiyet bağı varlığını ve hakimiyetini sürdürdü, Rab Teâlâ'nın ve Resûlullah'ın muradı olan müminlerin en faziletlisi ve en fazla hususiyete sahip bireyin yönetime geçmesine mani olundu. Toplumda dinî ruh ve ilahî kardeşlik bağının zayıf olduğu toplumlarda bu saiklerin yerini başka başka unsurlar alır. Kabilevi dürtülerle yeni yönetim oluşturuldu, vahyin ve ilahî kelâmın mücessem hali ve vucud-u aynîsi olan Ehl-i Beyt bu itibarî makamdan izale edildi.
Hz. Peygamber'in vefatıyla ilahî velayet ve Rabbânî hilafete dayalı hükümet yıkıldı veya yerinden edildi diyebiliriz. İbn Haldûn'un meşhur toplumsal reform ve değişimler, yönetim ve umranlıkla ilgili dayanak ve mesnetlerine istinaden akla takılan veya cevabını aradığımız bir soru var. Bilindiği üzere İbn Haldûn asabiyyeti ya da onun deyimiyle kabilevi asabiyyeyi yönetimin teşkil ve teşekkülünün temeli olarak görür. Arap yarımadası gibi geniş bir coğrafyada yaşayan çeşitli kabileler arasından bir kabile konumu ve statüsü gereği kabile saikinden yararlanarak hakimiyetimi kurar. Sadece kabile kültürü yegane etmen değildir. Buna yerleşimcileri, kabileler arasındaki ilişkileri ve din gibi diğer saikleri de eklemek gerekir. Bütün bu saiklerden istifade eden bir kabile artık rakipsizdir. Dolayısıyla yönetimi inşa edebilir.
Dönem itibarı ile bu koşulların yaşandığı bir ortam elbette ilahî ihtiyar üzerine kurulu olan imâmet nazariyesine muhalif ve rakip olacaktır. Ali'nin ihtiyarına dayanan ilahî imamet doktrini asabiyye ve kabile düşüncesine ve kültürüne saik bireyler ve toplumlar üzerinde aslında dini terimle söyleyecek olursak itham-ı hücceti defaatle eda etti. Zira İmam Ali Kureyşli ve Tihâmî bir Arap idi. Bu açıdan bakıldığında da itmam-ı hüccet eksiksizdi. O Resûlullah'ın en yakınıydı ve eğer yakınlık şart koşulacaksa Allah'ın elçisine ondan daha yakını yok idi. Yok eğer dinin özünü teşkil eden nebevî buyruk ve insanî erdemler açıcından bakacak olursak Ali gibisi hiç mümkün müydü?
Tertiplenip işleme sokulan Sakîfe olayından sonra bütün kabileler Kureyş'in hakimiyetine artık razı olmuşlardı. Bu Kureyşlinin Teym kabilesinden, Haşim oğullarından, Mahzum oğullarından, Ümeyye oğullarından olması arasında bir fark söz konusu değildi. Kureyşli olmayan Medineli müslümanlar Hz. Peygamber'in vefatından sonraki ilk yıl veya yıllarda seçilenlerin Ümeyye oğullarından olmasından hoşnut olmasalar da zamanla insan fonksiyonunun her şeye alışması gibi bu duruma alıştılar. Medineli Müslümanlar için durum böyleydi. Hz. Resûlullah'ın vefatına yakın dönemlerde veya vefatından sonra Müslüman olanlar ise Hâşim oğulları ile diğer kabileleri ayırt edebilecek bir imtiyaz kudretine sahip değillerdi. Bu noktada yegane istisna Ümeyye oğulları sayılabilir. Onlara göre seçilen kişinin Kureyş'ten olması önemliydi. Resûlullah sonrası meydana gelen hareket ve çatışmaların bir çoğu belki de siyasiydi. Bu kabileler siyasî saiklerle Kureyş ile çatışmışlardı.
Bu koşullarda Kureyşin boyları arasındaki dahili niza oldukça önemliydi. Kureyş'in bir çok grubu genelde Hâşim oğullarına özelde de İmam Ali'ye karşı hışım ve gazap içindeydiler. Bunlar yönetimi ele geçirme uğraşısı ve çabası içerisine girmiştir. Bu durumun özel bir takım sebepleri vardı ki bunu kadim çekişme ve çatışmalarda aramak yanlış olmasa gerek. Câhiliye döneminin kan davalarına yakın zamanda yaşanan Bedir, Hendek, Hayber, Huneyn savaşlarından kaynaklanan kin ve öfkeleri de eklemek gerek. Bu savaşlarda baş rol oynayıp da bir çoğunun katlinde başrol oynayan bir kimseye veya aileye karşı iyimser bir bakış açısı beklemek safdillik olur. Nitekim İmam Ali'nin bu duruma işaret eden bir çok buyruğu vardır. Sonradan yönetim mekanizmasını eline geçirecek kimselerin savaşlarda aktif rol oynamaması, cesaret, şecaat ve necadetleriyle nam salan kimselerin fiilî bir zarar vermemesi akla soru işareti getirmiyor değil. Elbette ki samimi müminler vardır, Ali'nin eliyle öldürüldüğünden ötürü Ali'ye sevgi ve muhabbetinde azalma meydana gelmeyecek insan sayısı varsa da bunlar Arap ve bedevî kültürünü henüz üzerlerinden atamamış kabilelerden değil de yalın ayaklı, mazlum, mustazaf Ammâr, Mikdât gibi muhlis ve gayretkeş kimselerdir. Belâzurî, Kureyş'in çeşitli boylarından en az 25 kişinin Ali'nin kılıcından nasibini alıp öldürüldüğünü belirtir.[49] Kabile ve taassup kültürü ile yetişen birisi için bunun benimsenmesi kolay değildir.
Her halükarda Kureyş arasındaki bu içsel niza Hâşim oğullarının siyasî mekanizmalardan uzaklaştırılmasına neden oldu. Aslında bu Kitâb-ı Kerîm'in deyimiyle ifade edecek olursak Câhiliyyetü'l-Ûlâ'nın ayak sesleriydi. Ensar da bu noktada kendi aralarında ihtilaf içerisinde olduklarından ötürü arzulanan tavır bir türlü ortaya konamıyordu. Aslında bir nebzeye kadar tavırlarını ortaya koyabilmekteydiler. Ensar Kureyş'in bu şekildeki hakimiyetinde bir tehlikenin olduğu görüşündeydiler. Ali dönemindeki savaşlarda bir kaçı dışında Ali'nin yanında yer almakla Ali ile Kureyş'i birbirinden ayırıyorlardı.
Resûl-u Azam'ın vefatından sonraki olaylar mülahaza edildiğinde Kureyş kuvvetlerinin ve boylarının sosyal ve dinî açıdan risalet makamının halifeliğini en üst seviyede hak eden İmam Ali'nin halifeliğine muhalefet ettiği görülür. Medineli müslümanlar ise onların bu tavrına destek vermemişse de Ali'nin ve Zehrâ'nın yardım taleplerine kulaklarını tıkamışlardır. Dolayısıyla bu siyasi liderliğin İmam Ali'ye geçmesi şeklinde doğal bir yol da kalmadı. Ömer bu hakikati çok iyi kavramıştı. O şöyle demişti: Araplar ancak Kureyş'e boyun eğer. Kureyş de bu imametin Hâşim oğullarına geçmesine razı olmazlar.
Arka planda İmam Ali'nin hakkiyetine yönelik İslam dininden kaynaklı bir etmen değil sosyal ve siyasî saikler vardı. Şia'nın ilk kuşaklar arasındaki hilafet tartışmasına yönelik bu okumasına zaman zaman hatta çoğu defa şu itirazla karşılaşmaktayız: Ümmet, Hz. Resûlullah'ın Ali'ye yönelik Menzile, Gadir hadisleri ve onun erdemlerine yönelik sebatını göz önüne alarak İmam Ali'yi savunacak bir dini sebat ve anlayıştan yoksun muydu ki!? Eğer Ali imamet ve hilafet makamını hak edecek olsaydı sahâbe ne yapar ne eder Ali'yi savunur ve hilafeti ona verirdi.
El-Cevap: Görüntü itibarı ile mantıklı olan bu itiraz birkaç açıdan cevaplandırılabilse de biz sadece konumuz ile bağlantılı olan boyutuyla ele alacağız. Sahâbe kuşağının dindarlığını ve ilahî ve nebevî emirlere imtisallığını bir kenara bırakarak şunu diyebiliriz: Genel olarak sahâbe kuşağının dindarlığı ile onların asabiyet ve kabile yapısına bağlılıkları mukayese edildiğinde ilkinin ikincisi gibi kuvvetli olmadığı sadece ferdî olaylarda gösterdiği görülür. Karar alma kudretine sahip olan Muhacir ve Ensarı bu noktada değerlendirdiğimizde şunu görebilmekteyiz; Muhacirler zaten Kureyş'in reylerine sahipti. Kureyş'in çoğunluğunu teşkil eden bu hat İmam Ali'nin yönetim ve hilafetine razı olmadıklarını çeşitli olaylarda göstermişti. Bağımsız bir yapı olarak değerlendirebileceğimiz Ensar ise maalesef fırsattan istifade etmek için Sakîfe'de toplanmış ve Kureyş'in tahakkümüne karşı çıkmak istemişlerdir. Olayın katışıksız siyasî ve sosyal açıdan taraflarca ele alındığı rahatlıkla görülmektedir. Maalesef dinî saik ve dürtülerle hareket etme gibi bir olgu söz konusu değildir. Her iki taraftan da İmam Ali'yi destekleyenler ise son derece sınırlıydı. Parmakla sayılabilecek kadar azdı. Bu gruptaki temel saikin ilahî ve nebevî değerlere bağlılık olduğu görülmektedir. Bunlar hayatları boyunca Kitab-ı Kerim'in ve Resûlullah'ın ilke ve öğretilerini temel almış, ne kabile ve asabiyet kültürüne ne de nefsanî saiklere boyun eğmemişlerdir. Hatta Ali taraftarlarının çoğunluğunun ya kabilelerinin olmaması veya çok zayıf ve cılız kabilelere sahip olması bir yerde insanî erdemler ile cahiliyyetü'l-ulânın o dönem itibarı ile savaşının bir yansımasıdır.
Şu olay bunun en bariz göstergelerindendir. Ömer'in vefatından sonra Halife seçimi esnasında mescitte toplanan cemaate Ammâr bir hitapta bulunmuş, Ali'yi seçmelerini onlardan istemiş, bunun üzerine Kureyş'in hücumuna uğramış ve Kureyş ona kendi işlerine müdahale etme hakkının olmadığını açıkça belirtmiştir. Böylece Ammâr gibi nadide bir şahsiyeti dahi devre dışı bırakarak ilahî ve nebevî hilafetin asabiyye ve kabile kültürünü temel alan bir yönetim şekline dönüştüğünü bizlere göstermişlerdir.
Bu duruma şunu da eklemek gerekir. Hz. Peygamber'in döneminde dahi ilahî ve nebevî öğretilere halkın itaat ve ittiba kapasitesi değişik olaylar için farklı yansımaları vardır. Hudeybiyye musalahası bunun örneklerindendir. Nebevî emre rağmen onu verdiği hükmü oldukça zor kabullenmişlerdir. Bu olay Hz. Resûl-u Azam'ın siyasî alanlarla ilgili kararlarının muhalefete maruz kaldığının en bariz göstergelerindendir. Hele ki Resûlullah'ın siyasî görüşlerinin şerî bir hüccete ve aklî bir burhana sahip olmadığı iddiasına sahip olanların varlığını ve bunların güçlü bir yapıyı teşkil ettiğini göz önüne alınca durum daha da netleşmektedir.
Devam edecek...
--------------------------------------------------------------------------------------
KAYNAKÇA
Abdürrezzâk, Musannef, Thk: Habîbürrahman el-Azamî.
Askerî Murtaza, Meâlimü'l-Medreseteyn, Merkezü't-Tıbâeti ve'n-neşr li'l*-mecmei'l-alemî ehli'l-beyt, h. Ş. 1426.
Belâzurî, Ensâbü'l-Eşrâf, Thk: Süheyl Zekkâr ve Rüyâd Ziriklî, Dârü'l-Fikir, 1. Baskı, 1417, Beyrut.
Câhız, el-Beyân ve't-Tebyîn, Thk: Abdüsselam Muhammed Harun, Mektebetü'l-Hâncî, 7. Baskı, 1418, Kahire.
Ebû Bekir el-Cevherî, es-Sakîfetü ve Fedek, Thk: Muhammed Hadi el-Emînî, Beyrut: Şirketü'l-Kütübi li't-tibaeti ve'n-neşr. 2. Baskı, 1413.
Ebü'l-Fidâ, Kitâbü'l-Muhtasar fî Ahbâri'l-Beşer, Matbaatü'l-Hüseyniyyetü'l-Mısriyye, 1. Baskı,
El-Ferrâ Ebû Yala, el-Ahkâmü's-Sultâniyye, Dârü'l-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut, 1421.
İbn Abdürabbih el-Endülüsî, İkdü'l-Ferîd, Thk: Muhammed Said el-Eryan, Mektebetü't-Ticariyyeti'l-Kübra, 1953.
Hafız Ahmed b. Amr b. Asım eş-Şeybânî, el-Müzekkerü ve't-Tezkîrü ve'z-Zikr, Thr ve thk: Ebu Yasir Halid b. Kasım, Riyad: Dârü'l-Menar, 1. Baskı, 1993.
İbn Ebi'l-Hadîd, Şerhu Nehci'l-Belâğa, Thk: Muhammed Ebü'l-Fadl, Kum: Mektebetü Ayetullahi'l-Uzma Mereşi Necefî, 2. Baskı, 1967.
İbn Ebî Şeybe, Musannef, Muhakkık: Kemâl Yûsuf el-Hut, 1. Baskı, Mektebetü'r-Rüşd, 1409, Riyad.
İbn Ebî Şeybe, Musannef, Muhakkık: Muhammed Avvâme, Şirketü Dârü'l-Kıble, 1. Baskı, 1427, Suudî, Arabistan. (Diğer baskı)
İbn Hacer el-Askalânî, Fethü'l-Bârî, Talik: Abdurrahman b. Nâsır Berrâk, Dâru Tıybe, 1. Baskı, 1426, Rıyad.
Tehzîbü't-Tehzîb, Dârü'l-Fikir, 1. Baskı, 1404. (Shiaonline
İbn Kuteybe ed-Dîneverî, el-İmâmetü ve's-Siyâsetü, Thk: Taha Muhammed ez-Zeynî, Müessesetü'l-Halebî.
İbn Manzûr, Muhtasaru Târîhi Dımaşk, Muhakkık: Ruhiyye en-Nehhâs, Riyad Abdülhamid Murad, Muhammed Muti, Dımaşk: Dârü'l-Fikir, 1. Baskı, 1402.
İbn Sa'd, Tabakâtü'l-Kübrâ.
İbnü'l-Esîr, el-Kâmil fi't-Târîh, Beyrut: Dârü Sadır, 1385/1965.
İbnü'l-Esîr, el-Kâmil fi't-Târîh, thk: Ömer Abdüsselam Tedmürî, Beyrut: Dârü'l-Kitâbi'l-arabî, 1. Baskı, 1417.
İbn Şâzân, el-İzâh, Tahkik: Seyyid Celâlüddin el-Urmevî, Tahran: İntişârâtü Danışgâhı Tahran, 1395.
Makdisî, el-Bedü ve't-Târîh, Paris, 1899-1919.
Nüveyrî, Nihâyetü'l-Ereb fî Funûni'l-Edeb.
Şihâbüddîn en-Nüveyrî, Nihâyetü'l-ereb fî funûni'l-edeb, Kahire: Dârü'l-Kütüb ve'l-vesâiki'l-kavmiyye, 1. Baskı, 1423.
Taberî, İbn Cerîr, Târihü'r-Rüsul ve'l-Muluk.
Tûsî, Ebû Cafer, Telhîsü'ş-Şâfî, Takdim ve talik: Seyyid Hasan Bahrululum, Kum: Müessesetü İntişârâtü'l-Muhibbîn. Trhs.
El-Vâkıdî, er-Riddet, Thk: Doktor Yahya el-Cebûrî, Beyrut: Dârü'l-Garbi'l-İslâmî, 1. Baskı, 1410.
Yakûbî, Târîh, Müessesetü ve neşru Ferhengi Ehl-i Beyt, Beyrut: Dâru Sadır.
Zehebî, Hafız Şemsüddîn, Târîhü'l-İslâm, Thk: Ömer Abdüsselâm Tedmürî, Beyrut: Dârü'l-Kitâbi'l-arabî, 1. Baskı, 1407.
Hâkim en-Nisâbûrî, el-Müstedrek Ala's-Sahîhayn, Tahkik ve işraf: Yusuf Abdurrahman Maraşlı, Dârü'l-Marife, Beyrut.
Heysemî, Nureddîn, Mecmeü'z-Zevâid ve menbeü'l-Fevâid, Thk ve tahriç: Hüseyin Esed Selîm ed-Dârânî- Mirhef Hüseyin Esed, 1. Baskı, Dârü'l-Minhâc, Suudi Arabistan, 1436.
[2] İbn Kuteybe, el-İmâme ve's-Siyâse, 15. Thk: Doktor Taha Muhammed ez-Zeynî, Müessesetü'l-Halebî.
[3] Bu olay o derece meşhurdur ki siret ve tarih kaynaklarının herhangi birisine bakılması halinde rahatlıkla bu bilgiye rastlanacaktır. Tarihi verilerin bir bölümünde Allah Resûlünün bu orduya katılmayıp geri duranlara lanet ettiği, Ebû Bekir ve Ömer'in de bu ordu içerisinde yer aldığı görülmektedir. Ancak ittifakla aktarılan bu olay için yine de tarih kaynaklarından bazılarını sunalım: Vâkıdî, el-Meğâzî, 3/1117; Sâlih eş-Şâmî, Sübülü'l-Hüdâ ve'r-Reşâd, 6/248; Zeynî Dahlân, Siretü'n-Nebeviyye, 2/339; İbn Sa'd, Tabakâtü'l-Kübrâ, 2/190 vd.
[4] Taberî, İbn Cerîr, Tarîhü'r-Rüsul ve'l-Mulûk, 3/222. Taberî'nin nakline göre Ömer, Eslem kabilesinin Medine'yi kuşattığını görünce artık zaferin kesin olduğuna kanaat getirir.
[5] Bkz: İbn Ebî Şeybe, Musannef 7/431, hds no: 37043, Kitâbü'l-Meğâzî, babu ma câe fî hilâfeti ebî bekrin ve siretihi; Abdürrezzâk, Musannef, 5/442-443, Kitâbü'l-Meğâzi, Babu beyati Ebî Bekrin fî beni Saîdete, hds no: 9758; Taberî, 3/204-206; Belâzurî, Ensâbü'l-Eşrâf, 1/581.
[6] İbn Asem, el-Futûh, 1/7-8; Vâkıdî, er-Riddet, s. 32-33.
[7] Zübeyr b. Bekkâr, el-Muvaffakiyât, s. 578.
[8] Câhız, el-Beyân ve't-Tebyîn, 3/298; İbn Kuteybe, el-İmâmetü ve's-Siyâse, 1/17.
[9] Yakûbî, Târîh, 2/123-124.
[10] Belâzurî, Ensâbü'l-Eşrâf 1/250. (Mahmûdî baskısı, madde no: 753.)
[12] İbnü'l-Esîr, el-Kâmil fi't-Târîh, 2/325.
[13] İbn Kuteybe, el-İmâme ve's-Siyâse, 1/17.
[14] İbn Hacer el-Askalânî, Fethü'l-Bârî, 9/622; İbn Hacer Tehzîbü't-Tehzîb, 1/182; İbn Sa'd, Tabakâtü'l-Kübrâ, 2/190; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 7/415, hds no: 36980; Zehebî, Târîhü'l-İslâm, 2/714; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil fi't-Târîh, 2/180 (Dârü'l-Kitâbi'l-arabî, baskısı)
Örnek olarak Fethü'l-Bârî'deki metni sunuyoruz: وَكَانَ مِمَّنْ انُتدِبَ مَعَ أُسَامَةَ كِبَارُ الْمُهَاجِرِينَ وَالْأَنْصَارِ، مِنْهُمْ أَبُو بَكْرٍ، وَعُمَرُ، وَأَبُو عُبَيْدَةَ، وَسَعْدٌ، وَسَعِيدٌ، وَقَتَادَةُ بْنُ النُّعْمَانِ، وَسَلَمَةُ بْنُ أَسْلَمَ،
https://shamela.ws/book/1673/4499
[15] Belâzurî, Ensâbü'l-Eşrâf, 2/263
[16] İbn Ebi'l-Hadîd, 2/38.
[17] Belâzurî, Ensâb, 2/264.
[18] İbn Şâzân, el-İzâh, 169. Bu düşüncesini Ömer İbn Abbâs'a da söyleyecektir. Ayrıca bkz: İbnü'l-Esîr, el-Kâmil fi't-Târîh, 2/439; Taberî, Târih, 3/289.
[19] İbn Ebî Şeybe, Musannef, 7/443. Es-Sakîfetu ve Fedek, 43; Şerhu Nehci'l-Belâğa, 2/49
[20] İbn Ebî Şeybe, Musannef, 20/582, hds no: 38207, ( Dârü'l-Kıble baskısı, thk: Muhammed Avvâme)
[21] El-Ferrâ, Ahkâmü's-Sultâniyye, s. 19.
[22] Nüveyrî, Nihayetü'l-ereb fî funûni'l-edeb, 19/39.
[23] İbn Manzûr, Muhtasaru Târîhi Dımaşk, 5/261
[24] Ebû Bekir el-Cevherî, Sakîfetu ve Fedek, s. 48.
[25] İbn Ebî Şeybe, Musannef 7/432, hds no: 37046.
[26] Örneğin bkz: Makdisî, el-Bedü ve't-Târîh, 5/67-68 (Zikru Gusli Rasulillah)
[27] Makdisî, El-Bedü ve't-Târîh, 5/65-66.
[28] Yakûbî, Târîh, 2/124.
[29] Cevherî, Es-sakîfetu ve fedek, s. 49.
[30] Belâzurî, Ensâb, 2/269; İbn Kuteybe, el-İmâmetu ve's-Siyâe, 1/18.
[31] Murtaza Askerî, Meâlimü'l-Medreseteyn, 2/162-163; Ebû Cafer et-Tûsî, Telhîsü'ş-Şâfî, 3/76 ve 156.
[32] İbn Abdürabbih, el-İkdü'l-Ferîd, 3/12; Ebü'l-Fidâ, Kitâbü'l-Muhtasar fî Ahbâri'l-Beşer, 1/156.
[33] İbn Ebû Şeybe, Musannef 7/432, hds no: 37045; İbn Ebû Asım eş-Şeybânî, el-Müzekker ve't-Tezkîr ve'z-Zikr, s. 91
[34] Mesûdî, Murûcu'z-Zeheb, 3/86; İbn Ebi'l-Hadîd, Şerhu Nehci'l-Belâğa 20/147.
[35] Bu hadis ile ilgili bir çalışmamız bulunmaktadır. Makalede bu hadisin sıhhatini ele alıp ispatlamaya çalıştık. Bkz: http://mobile.intizar.web.tr/subpage.aspx?hid=10946#_ftn1
Yine de hadisin geçtiği kaynaklardan iki tanesini sunmuş olalım. Hâkim en-Nisâbûrî, el-Müstedrek Ala's-Sahîhayn, 3/153-154. Tahkik ve işraf: Yusuf Abdurrahman Maraşlı; Heysemî, Nureddîn, Mecmeü'z-Zevâid ve menbeü'l-Fevâid, 18/592, hds no: 15198, Thk ve tahriç: Hüseyin Esed Selîm ed-Dârânî- Mirhef Hüseyin Esed.
[36] Nizalar için bkz: Abdürrezzâk, Musannef, 5/472; Buhârî, 6/122; İbn Ebi'l-Hadîd, Şerhu Nehci'l-Belâğa, 6/49-50; 16/253, 281-282; İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 5/285-287.
[37] Abdürrezzâk, Musannef 5/472.
[38] İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 5/285.
[39] Buharî, Sahîh, hds no: 3623-3624; Müslim, Sahîh, hds no: 2450.
[40] Buhârî, Sahîh, 4210; Müslim, Sahîh, 2406.
[41] El-Abî, Nesrü'd-Dürr, 1/400.
[42] Nüveyrî, Nihâyetü'l-Ereb, 19/40.
[43] Ebû Cafer et-Tûsî, Telhîsü'ş-Şâfî, 3/77
[44] Mesudî, Murûcu'z-Zeheb, 2/304; İbn Ebi'l-Hadîd, Şerhü Nehci'l-Belâğa, 2/50 ve 6/43; Makdisî, el-Bedü ve't-Târîh, 5/68.
[45] Müttakî el-Hindî, Kenzü'l-Ummâl, 5/14113; İbn Sellâm, el-Emvâl, s. 194.
[46] Nüveyrî, Nihâyetü'l-Ereb, 19/38.
[47] İskâfî, el-Miyâr ve'l-muvâzene s. 232 (Belâzurî ve İbn Abdürabbih'ten naklen).
[48] İbn Ebi'l-Hadîd, 17/223-224.
[49] Belâzurî, Ensâbü'l-Eşrâf, 1/407.